1970’lerden günümüze; Baba – oğul gözüyle Beşiktaş tribünü
Abcspor.com yazarı Olcay Nurlu’nun yazısı.
İnsanlık tarihinin içinden geçmekte olduğu bu benzersiz süreçte herkes sevdiği ve özlediği şeylere tutunmaya çalışıyor. Bizler gibi bir kulübe tüm benliğiyle aidiyet hisseden ve ömrünü tribünlere adamış olan, bundan da hiçbir zaman en ufak bir pişmanlık hissetmeyenler ise bu süreci en çok anılara sığınarak geçiriyor. Kimi eski maçları izlemekte, kimi sosyal medyada gündemden kopmamaya gayret ederken, benim gibi azınlık ise anılarını ölümsüzleştirme çabası içerisinde. Bu yazı işte bu amaçla yazılıyor… 1970’lerden itibaren Beşiktaş tribününde yıllarını geçiren babam Gökalp Nurlu ve ondan bayrağı devralan benim, bu 50 yıllık süreçte başımızdan geçenlerin ışığında, Beşiktaş tribünlerinin bizim gözümüzden hikayesini anlatmaya çalışacağım sizlere… Biraz uzun bir hikaye olabilir, ama hem yaşı benden büyüklerin geçmişlerinden birçok iz bulacağını, hem de benden küçüklerin Beşiktaş’ımızın tribün tarihiyle ilgili birçok bilgi edinebileceğini düşünüyorum…
Hikayemiz öğretmen olan dedemin İstanbul’a tayininin çıkması ve 60’lı yılların sonlarında Üsküdar’a taşınmaları ile başlıyor. Babam o sıralarda ilkokul öğrencisiymiş. Tribünlerle ilk tanışıklığı 1971 yılında, 10 yaşındayken İnönü Stadı’nda oynanan bir Fenerbahçe karşılaşmasıyla olmuş. (O yıllarda 3 büyüklerin hepsi İnönü Stadı’nda oynarmış) Dedem çok koyu bir taraftar olmamakla birlikte Fenerbahçe’li olduğu için ilk maç da böyle gerçekleşmiş.
Babam ise kimsenin bir telkini olmamasına karşın Beşiktaş’ın siyah-beyaz renkleri çok hoşuna gittiği için tamamen kendi arzusuyla Beşiktaş’ı tutmaya karar vermiş. O yıllar Fenerbahçe’nin en başarılı dönemleri olmasına rağmen Beşiktaş’ın maçlarına gitmek istemekte ısrarcı olmuş ve isteği de aynı yıldan itibaren gerçekleşmiş. 1973/74 yıllarında ortaokul öğrencisi olmasından itibaren de artık babasından gizli tek başına maçlara gitmeye başlamış. Kendi başına gittiği ilk maç 13 Şubat 1974’te Gaziantepspor ile oynanan bir kupa maçı olmuş. Maçı Beşiktaş 5-0 kazanmış.
Tabii maça gitmek deyince, aklınıza şimdiki gibi cebine harçlık koyup maç bileti almak, yol ve yeme-içme masrafları yapmak falan gelmesin 🙂 Maça gitmeye bile izin vermeyen bir baba ve ailevi maddi imkansızlıklar söz konusu iken, bu imkanları nereden bulsun! Bir fırsatını bulup evden kaçabilirse gerisi tamamen şansının yaver gitmesine bağlı oluyormuş. Bu maceranın ilk durağı o zamanlar Üsküdar İskelesi’nden kalkıp Kabataş’a giden Arabalı vapurlar olurmuş. Zira karşıya motorla geçmek ancak parası olanlar için. Arabalı vapurlara ise babamın durumunda olan çocuk/yetişkin, kadın/erken, genç/yaşlı farketmeksizin onlarca insan kaçak binebiliyormuş! Vapur yanaştığı anda bir “hurraaaa” sesi ile kalabalık yüklenir ve arabalardan önce atarlarmış kendilerini içeriye, kimsenin bilet falan aldığı yok tabii! Bilet alanın salak yerine konduğu bir dönem olduğunu özellikle
belirtelim 🙂
Bu şekilde stada ulaşmayı başardıktan sonra bileti olmayanların stada girmeyi başarabileceği nokta, Kapalı tribün ile Yeni Açık’ın kesiştiği, bilet gişelerinin de yer aldığı noktadaki demir parmaklıklar olurmuş. Çünkü belli bir yaşın altındakiler biraz zorlayarak demir parmaklıklardan geçebilmekteymiş. Eğer kafayı sokmayı başarabilirsen ne ala, o zaman vücudun geri kalanı da geçiyormuş! Kimi zaman zorlandıkları olursa üstlerindeki kıyafetleri donuna kadar soyunup, o şekilde girdikleri de olurmuş 🙂 Yaşı büyük olanlar ise stadın boy olarak en alçak olduğu bu noktadan tırmanarak stada girerlermiş. (Fotoğraflarda görülebiliyor)
Tabii babam gibi o dönemde çocuk olanlar için stada girmekle iş bitmiyor, stat görevlilerine yakalanmamak da gerekli. Genellikle bu pek mümkün olamayıp, o dönemde statlarda bulunan seyyar büfecilere yakayı kaptırırlarmış. Hemen ellerine tutuşturulan içi pide ve meşrubat dolu bir sepeti alıp maç öncesi ve devre arası tribünde satış yapmaları şartıyla maçı izlemelerine izin verilirmiş. Bu şekilde hem harçlık çıkartma, hem maçı bedavadan izleme olanağı sağladığı için de elbette işlerine gelirmiş.
Bir süre sonra artık büfecilerin bu dayatmalarından kurtulmanın bir yolu olarak Yeni Açık tribün demirlerinden tırmanıp Kapalı’ya atlamaya başlamış. (O dönemlerde yeni açık tribünün amigoluğunu yapan Pehlivan’ın, tribünün orta yerinde çilingir sofrası kurup maç saatine kadar demlendiği ve maç saati gelince sızdığı da babamın anlattığı ilginç anılar arasındadır :))Kapalı’ya geçiş yaptıktan bir zaman sonra, saha ile tribün arasındaki boşluktan tribünün altına inilebildiğini ve o koridorun da futbolcuların soyunma odasına kadar gittiğini keşfetmişler! Maç sonraları herkes dağılırken birkaç arkadaş o koridoru kullanarak soyunma odasına gider, futbolcuları yakından görmeye çalışırlarmış. Beşiktaş’ın birçok futbolcusunu anadan doğma haliyle gördüğünü gülerek anlatır 🙂
1974/75 sezonu babamın çocukluk dönemlerine dair en iyi hatırladığı sezon. O seneki Beşiktaş 11’ini halen ezbere saymaktadır: 1.Sabri, 2.Ahmet(2), 3.Zekeriya, 4.Vedat, 5.Niko, 6.Lütfü, 7.Sinan, 8.Miliç, 9.Tezcan, 10.Sanlı, 11.Tuğrul
Bu kadroda forvet mevkiinde oynayan Tezcan Ozan’ı adeta taparcasına severmiş babam. O sezon yıllardır olduğu gibi şampiyonluk yarışından uzak olan ama buna karşın tüm maçlarında tribünlerin hınca hınç dolduğu Beşiktaş, Türkiye Kupası’nda ise iddialı bir şekilde ilerliyormuş. Özellikle Tezcan’ın hemen hemen tüm maçlarda goller kaydettiği kupa macerasında finale kadar yükselmeyi başarmış Siyah-Beyazlı takım. Finalden 3 gün önce ise, 18 Mayıs 1975’te ligin 28.hafta maçında Adanademirspor ile karşı karşıya gelmişiz. 1-1 devam eden karşılaşmanın ikinci yarısında oyuna giren Tezcan, galibiyetin kovalandığı son dakikalarda rakip takım kalecisi Eser Özaltındere (Uzun yıllar Galatasaray’da F.Terim’in yardımcılığını yapan) ile çıktığı bir kafa topunda yediği darbeyle yere düşmüş ve kafası yarılarak beyin sarsıntısı geçirmiş! Apar topar hastaneye kaldırıldıktan sonra maçın kalan süresinde de gol olmamış ve maç berabere tamamlanmış.
Maç çıkışında tribünde dolaşan dedikodularda Tezcan’ın öldüğü söylentileri duyulmuş! Bu moral bozukluğuyla stattan çıkan babam, eski açığın arka tarafındaki merdivenlerin oradan inerken, o sırada park halindeki bir arabanın arkasında oturmuş, camdan dışarıya bakan rakip kaleci Eser’i görmüş! (Bugünkü nesil ne alaka diyebilir, o zamanlar takım otobüsü diye bir şey yok 🙂 Arabası olan futbolcular kendi araçlarıyla gelip stadın yakınına park ediyorlar, olmayanlar ise toplu taşıma kullanıyor! )
Babam Eser’i gördüğü anda Tezcan’ın başına gelenlerin de verdiği hırsla yanına yaklaşmış ve açık olan camdan elinin tersiyle yüzüne bir tokat yapıştırmış! 🙂
Tabii o sırada hemen arkasında olan ve görmediği bir polis de beline jopu geçirmiş. Seke seke birkaç adım attıktan sonra yere yığılmış! Neyse ki sonrasında kimse dokunmamış. Babama sık sık anlattırdığım ve her dinlediğimde mest olduğum bir anıdır.
Hatta Tezcan Ozan’ın genellikle arabasını Kapalı tribünün arkasındaki Çamlık bölgesinin üst tarafına bıraktığını ve babamın da orada beklediği, stada kadar beraber yürüdüklerini, birkaç kelam sohbet bile ettiklerini dinlerken daima büyülenmişimdir. Ne şanslı bir nesil, öyle değil mi? 🙂
Neyse konuyu dağıtmayalım. Anlattığım tokatlama olayından 3 gün sonra 21 Mayıs 1975’te oynanan ve takımını finale taşımasına karşın maalesef Tezcan’ın yer alamadığı kupa finalinde Beşiktaş ile Trabzonspor karşılaşır ve yediği jopun acısını atlatan babam yine tribündedir. O güne kadar kullandığı 41 penaltının hepsinde golü atan Vedat Okyar ilk kez penaltı kaçırmasına rağmen 1-0 kaybedilen ilk maçın rövanşı 2-0 kazanılır ve Beşiktaş Türkiye Kupası’nı ilk kez müzesine götürür. Başarısızlıklarla geçen 70’li yıllarda Beşiktaş’ın elde ettiği en büyük başarı bu olmuştur.
Bu başarıdan birkaç ay önce gerçekleşen ve Beşiktaş’ımızın tarihine kara bir leke olarak geçen Steagul Roşu faciasına da değinmekte fayda var, zira babamın bununla ilgili de ufak bir anısı bulunuyor. Bilen bilir, Beşiktaş ilk maçı içerde 2-0 kazanmıştır. Romanya’daki rövanş öncesinde babam bir gün dolaşırken, Üsküdar’daki araba boyacısı Cevat Usta’nın dükkanına 74 model Wolksvagen’ini getirmiş olan Beşiktaşlı Tezcan ve takım arkadaşı Lütfü’yü görür. Heyecanla yanlarına gider ve muhabbet etmeye çalışır. Muhabbetten aklında kalan anektodu olduğu gibi kendi ağzından aktarıyorum: Tezcan’a rövanş maçında ne yaparız abi diye sordum, “o maçı da alırız, rahat ol” diye cevap verdi. Ben de ikinci maçı rahat rahat bekledim ve 3-0 yenilip elendik! 🙂
Üstüne üstlük o maçı 86. dakikaya kadar golsüz götürüp, son 4 dakikasında 3 gol yemeyi başarmışız! Bizim jenerasyonun da benzer örneklerini yaşadığı üzere, öyle de antika bir takım oldu daima Beşiktaşımız, sağolsun 🙂
Beşiktaş için 70’li yılların en ilginç tarafı ise, 15 yıla varan şampiyonluk hasretine rağmen her geçen gün taraftar sayısının artması ve o dönem tribünleri koltuksuz olan İnönü Stadı’nda aşırı satılan biletlerin de etkisiyle 45-50 bin kişileri zorlayan maçlar oynuyor olmasıymış. Aşağıdaki gazete küpürü de bu bilgiyi doğrulamakta.
Babam için işin şanssız tarafı ise şampiyonluk hasretinin sona erdiği 1981/82 sezonunu komple askerde geçirdiği için kaçırmış olması olmuş. 1981 Mart ayında gittiği askerlikten, 20 ay sonra 1982 sonbaharında dönmüş olması nedeniyle 6 yaşından beri gördüğü, dolayısıyla ilk gördüğü şampiyonluğu da asker ocağında yaşayabilmiş. 82 Haziran’ında Eskişehir’de ilan edilen şampiyonluğu İzmir Bergama’daki bölüğünde radyodan dinleyerek öğrenebilmiş.
Askerden döndükten sonra 1983’ten itibaren taksi şoförlüğüne başlayıp 1990’a kadar bu mesleği sürdüren babam, işten fırsat bulduğu her zaman maçlara gitmeye devam etmiş. O dönemde Beşiktaş’ın unutulmaz futbolculardan Fikret Demirer’in genellikle Üsküdar’da takıldığını ve birçok kez taksisine bindiğini, muhabbetlerini de zaman zaman anlatmıştır.
Babamla annem 1986’da evlenmişler ve 87 Şubat’ında bu satırları yazan ve babasından daha da hasta bir Beşiktaşlı haline gelen ben dünyaya gelmişim 🙂 Doğumumdan sonra o dönemlerde ailelerin çocuklarının göbek bağını diledikleri yerlere bırakmaları adettenmiş. Babaannem babama göbek bağımı camiye atmasını, böylece hayırlı evlat olacağımı söylese de babam dinlememiş 🙂 O sırada maça gidiyormuş ve stada girince ilk iş göbek bağımı Kapalı tribünden sahaya fırlatmak olmuş! Eee böyle bir taraftar olmama şaşmamak gerek 🙂
1989’da kardeşim Oktay’ın da doğumundan sonra babam eski sıklıkta maçlara gidemese de ne zaman Beşiktaş’ın bir maçı olsa evimizdeki televizyonda o maç izlenirdi. Annem benim için daha beşikteyken bile televizyondaki maçı izlemeye çalışırdın diye anlatır 🙂 1992/93 yıllarında ben henüz 5-6 yaşlarındayken babam kendi aracıyla otobüs şoförlüğü yapmaya başlamıştı ve maç günleri de numaralı tribünün arka kısmında yer alan meşhur Beleş Tepe’ye otobüsü park ederek maç çıkışında stattan çıkanları çevre semtlere götürmek için beklerdi. Ben de zaman zaman onunla giderdim ve maç esnasında otobüsün üstüne çıkıp, oradan sahanın görünen %60’lık kısmından maçı izlerdik, hayal meyal hatırlıyorum. Beni omzuna alıp maçlara götürmeye başladığı dönem de aynı zamana tekabül eder. Genellikle gittiğimiz açık tribünlere girerken gişelere ulaşmak için geçtiğimiz o labirent gibi demir parmaklıkları, tribünde oturduğumuz o tahta sıraları, çişim geldiğinde babamın su şişesini çıkartıp ortalık yerde yaptırmasını vs. dün gibi hatırlıyorum 🙂
Bilinçli olarak olan biteni hatırladığım ilk maç ise 1993-94 sezonu 23.haftasında, 26 Mart 1994 tarihinde oynanan Beşiktaş-Ankaragücü karşılaşmasıydı. Beşiktaş’ın 4-1 kazandığı ve Feyyaz Uçar’ın hattrick yaptığı maçı eski açıktan izlemiştik. O maçtan 3 ay sonra ne yazık ki Beşiktaş’tan kopan Feyyaz’ı son döneminde de olsa canlı izleyebilmiş olmayı şans olarak görmüşümdür hep.
2000 yılına kadar babamla her sezon ortalama 5-6 maça gitmeye devam ettik. Babam genellikle bana ve kardeşime daha rahat bir maç izleme imkanı sunabilmek için eski açığın kapalı tarafını tercih ederdi. Nadiren de yeni açığa giderdik. Tabii yaşım ilerledikçe ben bu durumdan hoşnut olmamaya başlamıştım, zira daha fazla coşkunun olduğu Kapalı tribüne veya hiç değilse Yeni Açık’ın numaralıya yakın kısmına gidelim istiyordum. Babam ise 16 yaşına kadar maçlara beraber gideceğimizi, sonrasında ne istersem yapabileceğimi söylüyordu (üstteki fotoğraf yeni stada babamla ilk gidişimiz, ortadaki kendisi).
Kapalı tribüne ilk gidişim 2001/02 sezon açılışında olmuştu. Tribün liderimiz Alen abiyi uzun uzun hayran bakışlarla takip ettiğimi net şekilde anımsıyorum 🙂
O sezonunun 6.haftasında Ankaragücü ile deplasmanda oynayacaktık. Rahmetli amcamın Çarşı grubundan arkadaşları vardı ve maça kaldırılacak otobüslerin yeri ve saatini bir önceki akşamdan söyleyip, “isterseniz gidelim” dedi babamla bana. Benim “nolur gidelim baba noolur” diye yalvarmamla beraber babam da gaza gelip “tamam” dedi. Beşiktaş’taki Süleyman Seba Spor Salonu önünden kalkan otobüslerle düştük yollara. Fakat biletimiz falan yoktu, orada bir şekilde temin ederiz nasılsa diye düşünüyorduk. Son derece dandik otobüslerle yaptığımız yolculuk 7 saat sürdü ve tam maç saatinde Ankara 19 Mayıs stadına varabildik. Büyük bir kargaşa vardı ve Ankara’nın meşhur atlı polisleri, atlarını üzerimize üzerimize sürerken çaresizce bilet bulmaya çalışıyorduk! O esnada maç da başlamış ve içerden gol sesleri duyuluyordu bile. Maalesef o maça giremedik ama Beşiktaş maçı 4-3 kazandı. Biz ise dönüşte bu kez Ankara Garı’ndan trenle döndük. Döner bıçaklı kavgalara şahit olmamızın babamda yarattığı kızgınlıkla, doğal olarak bu ilk ve son deplasman serüvenimiz oldu 🙂
Yalnız başına gittiğim ilk maç ise aynı sezonun ikinci yarısının 6.haftasında, 17 Şubat 2002’de oynadığımız yine bir Ankaragücü maçı olmuştu. Henüz 16 yaşına basmama 1 sene vardı aslında, o maça da zaten babamla gidecektik ama o işten çıkıp gelirken biz arkadaşımla onu beklemeyip stada girmiştik bile! (Maçı 2-1 kaybettik) Bu bahaneyle “bak artık sensiz de gidebiliyorum” diyerek o günden sonra babamsız da maça gitmeye başladım. Artık bayrağı devralmıştım, kim tutardı beni 🙂
Bir sonraki sezon Beşiktaş’ın 100. yılıydı ve sezon başı babamdan ilk kez bana kombine bilet almasını rica ettim. O dönemler bilet almak zor değildi ama her maç öncesi uğraşmamak ve tabii her maça gitmeyi de garantiye almak için en iyi yol buydu. Babam beni kırmadı ve yeni açıktan ilk kombinemi aldı. Hiç unutmam, fiyatı da 92 liraydı 🙂 Sanki o sezonun ne kadar efsanevi bir sezon olacağını önceden hissetmiş gibi kombinemi aldırmıştım. O sezon Beşiktaş kendi sahasında 17 lig, 5 Uefa ve 1 kupa maçı olmak üzere 23 maç oynadı ve ben eksiksiz hepsine gittim. Kaybettiğimiz tek maç G.Birliği’ne kupada uzatmalarda kaybettiğimiz maç oldu. Ahmet Dursun’un son saniye golüyle kazandığımız Kocaeli maçı ve tabii Sergen’in atıp şampiyonluğun geldiği Galatasaray maçı unutulmaz maçlardı. Babam o sezon Dinamo Kiev’i 3-1 ve Slavia Prag’ı 4-2 yendiğimiz Uefa maçlarında benimle beraber tribünde olmuştu. O maçlardaki yaşadığımız çılgın gol sevinçlerini hiç unutamam 🙂
O sezondan sonra Kapalı’da locaların yapıldığı ve 11 puandan şampiyonluk verdiğimiz sıkıntılı sezon geldi. O yıl da eski açıktan aldım kombineyi. Sonraki sezon ise Kapalı’nın ortasındaki localar yıkıldı ve saha zemini aşağı çekilerek tribünler büyütüldü. Kombine fiyatlarındaki indirimin de verdiği avantajla ilk kez Kapalı’dan kombine aldım. 2004’ten itibaren stadın yıkıldığı 2013’e kadar 9 sezon Kapalı tribünden kombinem oldu. İş nedeniyle gidemediğim sayılı maçlar dışında daima Kapalı’da yerimi aldım. Liverpool zaferinden, 2009 şampiyonluğuna ve stadın veda maçı olan 2013 Mayıs’ındaki Gençlerbirliği maçına kadar sayısız maçta bulundum. Kapalı’nın o unutulmaz yıllarını tam göbeğinde bizzat yaşadım. Şimdiki nesille kıyaslayınca bu bakımdan kendimi ne kadar şanslı hissettiğimi kelimelere dökemem. Toplam gittiğim maç sayısını bilemiyorum, sanırım 250’ye yakındır.
Yeni stadımız açıldığından beri de Güney Üst tribünde üç beş maç dışında firesiz olarak yerimi aldım. 2015 yılında doğan oğlum Çağan’ı 1 yaşındayken ilk kez maça götürdüm ve tabii göbek bağını sahaya fırlattım! (Tarih tekerrürden ibarettir demişler :))
Yazının başlarında dediğim gibi, bu bizim için bir bayrak yarışı gibi. Kimi oğluna, kimi yeğenine devrediyor bayrağı. Bizler de bu mirası daha ileriye taşımak için Beşiktaş’ımızın gücüne güç katarak, ömrümüzü adayarak tribün mücadelemizi sürdürüyoruz. Dilerim oğlum da bir gün bu bayrağı benden devralacaktır ve Beşiktaş’ın şanlı tribünü ilelebet dünyada nam salmaya devam edecektir…
Olcay NURLU / Abcspor.com